Yazar arşivleri: Uzman Psikolog Melike Simsek

Aşı Kararsızlığı ile Başa Çıkmanın Etkin Bir Yolu: Motivasyonel Görüşme

Son günlerde toplumsal olarak ikilemde kaldığımız en öne çıkan alanlardan biri aşı kararsızlığı olmuş durumda. Danışanlarımızdan sürekli şu soruları duyuyoruz:

“Yaptırsam mı?”

“Yaptırmasam mı?”

“Yan etkileri olursa?”

“Korumazsa?”

….

Pek çok ikilemde olduğu gibi yaşadığımız bu güncel dilemmada da Motivasyonel Görüşme Teknikleri kullanılabilir. Motivasyonel Görüşme, iki duygu, düşünce ya da karar arasında kalındığında etkili olan, danışan odaklı, değişim motivasyonu yaratmak üzere kullanılan tekniklerden oluşur.

Şimdi gelin hep birlikte bu konu ile ilgili hangi teknikleri kullanabileceğimize bakalım.

ETKİN TAVSİYE VERİN

Önce izin isteyin.

Size Covid-19 aşısı konusunda bilgi vermemi ister misiniz?

İzin aldıktan sonra üçüncü şahıs dili üstünden tavsiye verin.

Aşıların oldukça etkin olduğu ve yan etkileri olmadığı araştırmalarda gösterilmiştir. Bu virüsün tehlikeli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle aşı olmak ondan korunmayı sağlayacaktır.

Açık uçlu sorularla ne kadar hazır olduğunu öğrenin.

Covid-19 aşısının yararları hakkında neler biliyorsunuz?

Covid-19’dan korunmak için neler yapıyorsunuz?

Koronavirüsten korunmak sizin için ne kadar önemli?

Sorumluluğu ona verin.

Kendi sağlığı üzerinde önemli rol oynadığını vurgulayın ve sorumluluğu ona verin

“Tabii bu sizin hayatınız, aşı yaptırıp yaptırmamaya siz karar verin.”

Düşüncesini sorun.

“Şimdi ne düşünüyorsunuz?”

YANITLARINI MOTİVASYONEL BİR ŞEKİLDE YANITLAYIN

Olumlu yanıtlarını destekleyin.

Kişi: Bazı endişelerim var ama yine de yaptırayım diyorum

Sağlıkçı:  Çok iyi fikir

Kişi: Koronavirüsten korunmak için mutlaka maske takıyorum, sosyal mesafeye dikkat ediyorum.

Sağlıkçı: Çok güzel, önlemlere dikkat ediyorsunuz.

Olumlu yanıtlarını tekrarlayın

Kişi: Yaptırmak şart oldu galiba.

Sağlıkçı: Yaptırmak şart oldu.

Reklam

5 Adımda İyi Hissetmek

Yarın Pazartesi. Karantinada da olsak, işe dönüşümlü de gitsek yeni bir haftanın başlangıcı çoğu kişi için zordur. Bu başlangıçları kolaylaştırmak için neler yapabileceğinizi hiç düşündünüz mü? Bazen çok küçük egzersizler hayatınızda büyük değişikliklere yol açabilir. Bunlardan biri de kendiniz için yarattığınız küçük sessizlik molaları. ”Bütün gün ofisteyim, ne sessizlik molasından bahsediyorsun!” diyenlerin de işine yarayacak 5 adımlık ”self sessizlik” programı karşınızda…
 
1. Sessizlik molanızın planını yapın, plan yapmakla kalmayın, çevrenizdekilerden bu molayı isteyin!
Evde eşinizden, çocuklarınızdan, annenizden, babanızdan; iş yerinde ise iş arkadaşlarınızdan bunu istemek hiç de zor değil. Yeter ki doğru zamanı bulun. Yetiştirmeniz gereken bir işin ortasında ya da fikir alışverişi yapmanız gereken bir anda değil, belki öğle yemeği sonrası, belki sabahın erken saatleri bunu istemek için uygun bir zamandır. Sadece kendinizle iletişimde olduğunuz bir an yaratın ve o an sadece kendinize odaklanın.
2. Önceliğiniz haline getirin.
Dişinizi fırçalamak, yüzünüzü yıkamak nasıl ki her gün kendiniz için mutlaka yerine getirdiğiniz aktivitelerse sessizlik molaları da böyle olmalı. Ruh sağlığınız ve huzurunuz için küçük sessizlik molalarını önceliğiniz haline getirin. Unutmayın bu bir lüks değil, zihinsel dinginliğiniz için bir ihtiyaç!
3. Etrafınızdaki insanlara da bunu öğretin.
Sessizlik molaları yaratırken önünüzdeki en büyük engel çevrenizdir. Bu engeli kaldırmak için çevrenizdekileri de bu konuda bilgilendirin. Kimbilir belki de koca bir sessizlik çemberinin öncüsü olursunuz.
4. Günün size sunduğu aralıkları iyi değerlendirin.
Duş alırken şarkı söylemek, arabayla eve giderken müzik dinlemek, bir toplantıyı beklerken telefonla uğraşmak hayatın size sunduğu sessizlik molalarını katletmenin en güzel biçimleridir. Unutmayın, eğer bu molaları gerçek bir konsantrasyon ve sessizlik içinde değerlendirirseniz faydasını görürsünüz. Sevdiğiniz bir şarkı eşliğinde veya Whatsapp mesajlaşmaları sırasında bu ritüeli gerçekleştirmek yasak.
5. Her gün mutlaka en az 1 sessizlik molası yaratın.
Adına meditasyon da diyebilirsiniz, self sessizlik seansı da. Yeter ki içeriği sadece size ait tenha anlardan oluşsun. Artık yürüyüşe kulağınızda kulaklık olmadan çıkın. Aldığınız duşun süresini 5 dakika daha uzatın. 15 dakika erken uyanıp sabah kahvesinin tadını bu anları yaşayarak çıkarın.
keep-calm-and-enjoy-the-silence-50

Yeniden Sahnelenmekten Yorulmayan Bir Oyun: Travma

Esma, babası madde bağımlısı olan, kendini bir şekilde madde kullanımından uzak tutmayı başarmış ama partner seçimini hep alkol-madde bağımlısı erkeklerden yana kullanmış bir kadın.

Mehmet, katatonik şizofreniden mustarip bir annenin oğlu. Hayatı boyunca annesinin bakımını sağlamakla kalmayıp aynı zamanda bakıma muhtaç kadınlarla birlikte olmayı sürdürmüş bir erkek.

Vildan, çocukluk çağında babasından fiziksel, annesinden psikolojik şiddet görmüş, hayatı utanç ve düşük benlik saygısı ile şekillenmiş bir kadın. Büyüğünde kendisini fiziksel ve psikolojik olarak istismar eden erkekler seçmiş ve alkol bağımlısı olmuş bir kadın.

Dışarıdan bakıldığında Esma, Mehmet ve Vildan’ın ortak yönünü bulamazsınız belki. Farklı koşullarda yetişmiş, farklı hayatların karakterleri. Bu üç karakterin buluştuğu tek bir ortak nokta var, o da hayatları boyunca yeniden sahneye çıkmaktan yorulmayan travma öyküleri.

Çocukluk çağı travma öyküsü olan kişiler bugün de travmayla ilgili pek çok şey deneyimleyebilirler. Travma Sonrası Stres Bozukluğu dediğimiz sendromda travma kronik şekilde orijinal travma ile benzer şeyler yaşandığı anda tekrar sahneye çıkar. Bazen de, yukarıdaki örneklerle olduğu gibi travma bizi bilinç dışı bir kumandayla yönetir. Kaynağını travmadan alan davranışlar sergiler, seçimler yaparız ama bu kaynağın farkına varmayız. Bazen de bilinç düzeyinde gayet farkında olup bu farkındalığı alkol, madde kullanımıyla, kumar veya alışverişle bastırmaya çalışırız.

Araştırmalar, çocukluğunda cinsel istismara maruz kalan bireylerin yetişkinlikte kendine zarar verme davranışına ve ilişki bağımlısı olmaya yatkın bireyler olduğunu gösteriyor. Bunun nedenini travmanın yarattığı fiziksel etkilerle ilişkilendiriyorlar. Travma, parasempatik sinir sistemini etkileyerek kişide aşırı tetikte olma hali yaratan bir durum. Travmanın yeniden sahnelendiği durumlarda da bu mekanizma işleyerek yine kişide riskli davranış sergileme- heyecan arama dürtüsünü artırıyor. Haliyle, travma sebebiyle yüksek adrenaline alışmış sinir sistemini normale çekmek zor olabiliyor.

Ne Yapmalı?

Bazen çözüm, problemin ta kendisi olabilir. Pek çok durumda olduğu gibi burada da yapılması gereken ilk şey problemi tanımlamak. Kişiler problemi tanımlayıp davranışların kaynağını travmalarının yeniden sahnelenmesi olduğunu anladıkları anda çözüm için bir adım atılmış oluyor. İkinci adımda da buna göre bir iyileşme yolu seçiyorlar.

Gelin birlikte Onur’un hikayesine bakalım. Onur, 17 yaşındayken babasının ölümüne şahit olmuş genç bir adam. Bu kaybı izleyen yıllarda acı ve yas yoğun alkol ve madde kullanmasına, riskli cinsel davranışlar sergilemesine neden olmuş. İçinde bulunduğu rahatsızlık verici durumdan bu şekilde kurtulabileceğini düşünüyor. Tabii travma anının yaşandığı sahneden kaçıyor, aklına geldiğinde ne o anı ne de mekanı düşünmek istemiyor. Alkol ve madde bağımlılığıyla tedavi sürecinde Onur bir gün babasını kaybettiği yere gitmeye karar verdi. Gidip oraya bir çiçek bırakmak, babasının ruhuna dua etmek istedi. Sonra da alkol veya madde kullanmak yerine gidip evde ağlamak için kendine izin verdi…

Travmaların yeniden sahnelenmesi bazen bir felaket çanı değil iyileşmek için alarm sinyalidir. Bağımlılık gibi, kendine zarar verme gibi sonuçlarla ilgili yardım almamız gerektiğini söyler bize. Bu çağrının farkına vardığınızda profesyonel yardıma başvurmak kendinize yapacağınız en büyük iyilik olacaktır.

 

Aslı Gibidir, mi Acaba?

Etrafınızda neyin sahte neyin orijinal olduğunu ayırt edemediğiniz oldu mu hiç?

Yıllarca orijinal zannedip kopya olduğunu anladığınız bir sanat eserini düşünün. Taklit olduğunu anladığınızda hayranlıkla bakmaktan vazgeçer miydiniz?

Copie9

Şimdi hep birlikte İtalya’ya gidiyoruz… Dünyanın en büyük Açıkhava Müzesi’ne… Ülkedeki binlerce müzeden birinde yıllarca gerçek zannedilmiş sahte bir eser sergileniyor. Öyle ustaca taklit edilmiş, öyle çok turistin beğenisine maruz kalmış ki orijinali ortaya çıktığı halde sahtesi sergilenmeye devam etmiş. Aslı Gibidir, tam olarak bu meselenin peşine düşmüş bir film. Başrolde orijinalliğe pek de inanmayan İngiliz bir sanat tarihçisi James. Ve aralarında gerçekten bir ilişki olup olmadığını film boyunca anlayamadığımız güzel Fransız ‘’eşi’’ Elle.

‘’İnsanın özü algıdır’’

Hepimiz gündelik hayatlarımız sırasında birer noter gibi geziyoruz aslında. İnandığımız şeylere elimizdeki görünmez ‘’Aslı Gibidir’’ damgasını yapıştırıp yola devam ederken ‘’fake’’ görünenlere burun kıvırıyoruz. Abbas Kiyarüstemi’nin meselesi tam da bu işte. Sahteyi gerçek, gerçeği sahte gibi yaşasak ne olur? Bizi orijinal olana hayran bırakan şey sadece algımız değil midir? Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler der John Berger Görme Biçimleri’nde. Andy Warhol sıradan bir çorba kutusunu alıp müzeye koyduğunda koşa koşa o çorba kutusunu ziyarete gidişimiz bundandır.

Filmin bir yerlerinde ‘’İnsanın özü algıdır’’ repliği geçiyor. Taklidin gerçekten farksızlığını savunan bir argüman olarak. Fakat adam bunu savunurken kadın orijinallikten yana. Ne olursa olsun ‘’gerçeklik’’ten ödün vermeye niyeti yok. Film boyunca karşı çıkıyor bu argümana. Adamı bulunduğu noktadan tutup kendi gerçekliğine getirmeye çalışıyor. Bunun için seçtiği yer de İtalya’da insanların evlenmek için tercih ettiği Lucignano kasabası. Her yerde gelin ve damatlar görüyoruz. Belki adamla kadının da evlendiği yer burası. Belki değil. Kadın gerçekten yaşanıp yaşanmadığı meçhul olan yılları yeniden yeşertmeye çalışıyor. Kadın dürtüsel, heyecanlı, hassas. Belli ki kopyacılık-gerçekçilikten öte bir meselesi var. Ama işi zor. Zor, çünkü karşısında kendi bildiğinden kolay kolay şaşmayacak bir narsisist oturuyor.

‘’Ailem kendi hayatını yaşıyor, ben kendiminkini. Onlar kendi dillerini konuşuyorlar, ben kendiminkini’’

Narsisistik karakter örüntüsünün en büyük özelliklerinden biri, kişinin kendisini başkalarının yerine koyma duygusunun gelişmemiş olması ve başkalarının duygularından etkilenmemesidir. Karşısında biri esnediğinde zor esneyen insanlardır narsisist. Aslı Gibidir’de de Elle ne yaparsa yapsın James’in ona meydanlarda bulunan heykellerden farksız tepki vermesi gibi. Kadının istediği tek bir şey vardır. Ama bu adamın umurunda bile değildir. Öyle meşguldür ki kendiyle. Kadın bunu tabii ki kabullenmek zorundadır!

Israrla adamı evlendikleri yer olduğunu iddia ettiği kasabaya getirmesi… Geçmişten ve birlikte yaptıkları belki de en güzel şey olan çocuklarından bahsetmesi…

Yeni evlenmiş çiftlerin heyecanına imrenip adamın da bu heyecana ortak olmasını beklemesi…

Narsisistin duvarına çarpıp geri döner bütün bu çabalar. Sonunda, elinde kalan son kart olan cinselliği de oynayarak patetik bir yere varır kadının narsisisti yola getirme çabaları. Bir restoran tuvaletinde dudaklarına sürdüğü kırmızı rujun adamı 15 sene geriye götürecek güçte olduğunu zanneder. Ama adam yumuşamaz. Adam, Lucignano meydanındaki heykel David’liğinden asla ödün vermez.

Narsisistler genellikle dışarıdan nasıl göründükleriyle meşgul, insanı kandıran, onlara verecek sevgileri olmayan kişiler gibi görünürler. Film boyunca Elle, bizi bu ilişkinin var olduğuna inandırmaya çalıştıkça James buna izin vermez. ‘’Galiba gerçekten karı-koca bu çift’’ diye düşündüğümüz an James ne yapar ne eder bizi Elle’in histerik, kendisinin de bir yabancı olduğuna inandırır. Filmin son anlarına kadar James’in gayet akıcı Fransızca konuşabildiğini fark edemeyiz bile. Çünkü adam bir narsisist olarak tabii ki kendi anadili olan İngilizce’yi konuşmakta, Elle’den de bunu beklemektedir. Hatta kadın Fransızca cevap verdiğinde bile diyaloğu kendi dilinde devam ettirerek bunun bir hayat felsefesi olarak kabul edilmesini bekler. Hayat felsefesi diye tanımladığı şey verecek sevgisinin olmamasıdır aslında. Kendi dilini konuşmak, kendi hayatını yaşamak ve karşılığında sonsuz bir saygı görmeyi istemektir.

Basit olmanın zorluğu üzerine diyaloglar devam ederken bu, pek çok izleyiciyi ‘’nesi zor olabilir ki?’’ diye de düşündürüyor. İstediği tek şeyin David heykelinin omzuna başını yaslamak olan Elle, bir türlü derdini anlatamadığında biraz olsun anlıyoruz. James ile girdikleri cafe’de bilge arketip olarak sahneye çıkan yaşlı garson kadın da ‘’basit olabilme mahareti’’ni pek güzel anlatıyor. Yaşlı kadın, adamla kadın arasında bir sorun olduğunu anlıyor. Hikayelerini merak etmiyor bile. Sadece ‘’en azından bir kocan var, yetmez mi?’’ diye soruyor kadına. ‘’Pazar gününü uyuyarak geçirmek yerine seni cafe’ye getiren bir kocan var.’’ Elle bu kadar basit bakmayı beceremediği için belki de bir saat kırk altı dakika boyunca ikilinin diyaloglarıyla allak bullak oluyoruz. Neden çıkıp istediği şeyi yalın bir dille anlatamadı Elle? Neden anlamadı adam? Çünkü yalın olmak gerçekten zordur.

ZAMAN’DAN AN’A…

‘’ Zaman düşer ellerimden yere,

Oradan tahta boşa*… ‘’

Zen öğretisinde lotus pozisyonu olarak bilinen Zazen adlı bir oturma biçimi vardır. Sol ayağınız sağ bacağınızın, sağ ayağınız da sol bacağınızın altında olacak şekilde, omurganızın olabildiğince dik olduğu bir oturuş sergilenir Zazen’de. Bu oturuşta amaç, aslında iki farklı organ olan sağ ve sol bacağı birleştirip yekpare hale getirmektir. Onları sadece tek görmek değil, aynı zamanda ayrı ayrı birer organ olduğunu kabullenip tek hale getirmektir önemli olan. Zazen esnasında iki’den bir’leştirilen tek şey bacaklar da değildir. Zihin ve vücut, yer ve zaman da aynılaşır Zazen’de, tek olur, bir olur, erir gider. Zazen an’ı öğretir insana, an’ı yaşamanın önemini öğretir.

İnsanoğlu doğduğu andan itibaren an’ı yaşamaya programlıdır aslında. Bebekken ihtiyaçlarınızın karşılanmadığı an’larda verdiğiniz tepkileri hatırlasanıza. Acıktığınızda nasıl ağladığınızı, canınız yanarken o an tek derdinizin o acının geçmesi olduğu zamanları. Hangimiz akşam yemeğinde ne olduğuna kafa yoruyorduk o zamanlar? Ya da hangimiz kalkmaya çalışırken düştüğümüzde ne yaparız diye olası gelecek senaryoları üzerinde çalışıyorduk? Hal böyleyken ne oldu da böyle koptuk peki an’dan? Ne oldu da an’dan çıkıp geçmişe takıldık? Ya da geleceğe odaklandık? George Orwell, ancak geçmişi kontrol edebilenlerin geleceği de kontrol edebileceğini söyler. Ve de ekler, ‘’geçmişi kontrol edebilenler ancak bugününü de kontrol altına alabilenlerdir’’ diye. Biz bugünden koptuk. Kimi zaman geçmişe takılıp kaldığımız için, kimi zaman geleceğin kontrolünü ele almaya çalıştığımız için. Zamanı tanımlamak ve onu yaşamak insanın yaşadığı kültürden kolayca sıyrılıp yapabileceği bir şey değil tabii ki. Bugünü, anı, geleceğin kölesi olarak gören veya ‘’anı yaşa’’ felsefesini tamamen hedonizmle eşleştiren Batı kültüründe yetişmiş birine Zazen’i nasıl anlatabilirsiniz ki?

Hapishane deneyiyle psikoloji dünyasında nam salmış Zimbardo[1] an’a odaklanmayı ve geleceğe yönelmeyi seçmiş iki farklı öğrenci gurubuyla bir çalışma yapmış. Çalışmada öğrencilerden renkli bir sepet dolusu çiçek çizmeleri istenmiş. Her iki grubun bir yarısına ortaya çıkardıkları çizimin sanattan anlayan eleştirmenler tarafından değerlendirileceği, diğer yarısına ise sadece çizim sürecine odaklanmaları söylenmiş. Çizim süreci bittikten sonra her iki grubun ortaya çıkardığı resimler doğru teknik kullanımı ve yaratıcılık açısından otoriteler tarafından değerlendirilmiş. Sonuç olarak, en yaratıcı eserlerin tamamen üretim sürecine odaklanması söylenen öğrenciler tarafından ortaya çıkarıldığı görülmüş. Eserlerinin değerlendirileceği söylenen öğrencilerin ise renkleri doğru kullanma, çizim teknikleri gibi kaygılardan dolayı yaratıcılıkları geri planda kaldığı görülmüş. Zaman’ın o muğlak derinliğinden kopup ana odaklanmak trans hali denen şeyi de beraberinde getiriyor. Mutluluk bilimcisi diye de anılan Profesör Mihaly Csikszentmihalyi[2] ancak bu an’a odaklanılan trans halinin (flow) konsantrasyon, kontrol ve en önemlisi Zazen’de olduğu gibi zaman algısının kaybolup anı’n ortaya çıkmasını sağladığını söylüyor.

Zaman kavramının önemini milattan önceki filozoflarla başlayıp milenyum CEO’larıyla devam ederek özlü sözlü sözlerle hep vurguladık ama an, yeni yeni farkına varmaya başladığımız bir şey oldu. Yüzyıllar önce Uzakdoğu felsefeleri keşfetti an’ın sırrını. Sonra terapistler ruhları tamir ederken an’ı kullanmanın ne denli önemli olduğunu fark etti. Böylece farkındalığı geliştiren terapiler çıktı ortaya. Üst üste dizilmiş Zen taşlarıyla, bambularla süslü tablolar, masaj salonlarından çıkıp psikoterapi odalarına girdi. Bu odalarda rahatsızlık veren deneyimlerden kaçmak, onları unutmaya çalışmak yerine o an’lara odaklanmak öğretildi. Hem bilinçten sıyrılarak hem de bilince yeni bir bilinç daha ekleyerek, yani Zen öğretisinde boşluk (emptiness) diye tanımlanan hal içinde yürütülüyor artık an’a odaklanan terapiler. Irvin Yalom’un Bağışlanan Terapi’de anlattığı gibi ‘’hic et nunc’’, ‘’Burada ve Şimdi!’’ [3] diyor terapistler ve yüzyıllar önce keşişlerin yaptığı bilinç devrimi artık terapi seanslarında yapılıyor.

Bülent Ortaçgil’in o güzel Değirmenler şarkısında olduğu gibi biz istesek de istemesek de zaman düşecek bir gün ellerimizden yere. Oradan da tahta boşa. Kim bilir, belki de ömrümüzü tüketip de bulamadığımız hayatın sırrı, zaman tahta boşa düşerken an’ları yakalayabilmekte saklı.

*Sözlük anlamı teras olan kelime bu dizelerde tabut anlamı taşımaktadır.

[1] Zimbardo, P. G., & Boyd, J. N. (1999). Putting time in perspective: A valid, reliable individual-differences metric. Journal of personality and social psychology, 77(6), 1271.

[2] Csikszentmihalyi, M., & Csikzentmihaly, M. (1991). Flow: The psychology of optimal experience (Vol. 41). New York: HarperPerennial.

[3] Irvin Yalom Yalom, I. D. (2011). The gift of therapy: An open letter to a new generation of therapists and their patients. Hachette UK.

Incognito: Beynin Gizli Hayatı

2011 yılında Amerika’da kısa sürede kendisinden ”Yılın En İyi Kitabı” olarak bahsettiren Incognito adlı bir kitap yayınlandı. Nörobilimci David Eagleman’ın beynin gizli hayatını anlattığı Incognito’da sinirbilim ile ilgili enteresan detaylar keşfedebilirsiniz. Bunların ne olduğunu duymaya hazır mısınız?

424701

Incognito adeta bir derya. Başlangıcı psikoloji bilimi için oldukça önemli bir kavram olan bilinçdışıyla yapıyoruz. Bilinçdışı halk arasında bilinçaltı olarak bilinir. Eagleman, Incognito’da bizlere bilinçdışının farklı yönlendirmelerinden bahsetmiş. ”Eş olarak seçtiğiniz kişide biliçndışının örtülü düzeneğinin parmağı olduğunu söyleyemeyiz elbette. Yoksa söyleyebilir miyiz?” diyerek önce içimize ilk şüphe tohumlarını atmış, sonra da neden söyleyebileceğimizi anlatmış. Çevrenize baktığınızda rastladığınız çiftlerin kaçının isimlerinin aynı harfle başladığını görüyorsunuz? Aslı ile Alper, Hatice ile Hüseyin, Ece ile Emre… Sizce bu harf eşleşmelerinin altında anlamlı bir şey yatıyor mu? Bunun sadece bir rastlantı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü 2004’te Florida’da 15 bin evlilik kaydının incelenmesiyle yapılan araştırmada kendi isimlerinin baş harfiyle başlayan kişilerle evlenmeyi tercih edenlerin sayısının rastlantı sayılamayacak bir düzeyin üstünde olduğunu ortaya çıkarmış!
Eagleman bu durumu psikolojide Örtülü Benlikçilik (Implicit Egotism) olarak bilinen olguyla açıklamış. Örtülü Benlikçilik insanların kendi yansımalarını başkalarında bulmayı sevdiği anlamına gelir. Bu durum bilinçdışı bir özsevgidir, yakın ve aşina gelen şeyler karşısında duyduğumuz bir rahatlıktır.

Bu durum markalar için bile önem taşıyor. Araştırmacılar eş seçmeyle ilgili yapılan çalışmayı bir de marka seçme konusunda tekrarlamış. İki hayali çay markasının katılımcılar tarafından lezzet testine tabi tutulduğu bir çalışmada, markalardan birinin ilk üç harfi, katılımcının adındaki harflerden oluşmaktaymış. Örneğin, Tommy adlı katılımcının deneyeceği çaylar Tomeva ve Lauler olarak belirlenmiş. Katılımcılar bu şekilde marka isimleri hazırlanmış çayları denemiş, üzerinde bir süre düşünmüş, dönüp tekrar çayın tadına bakmış fakat her seferinde kendi ismiyle başlayan çayı tercih etmiş! Yani Tommy’ler Tomeva’yı lezzetli bulurken Lauren’ler Lauler’i tercih etmiş. Katılımcılar harf bağlantısının bilinçli olarak farkında değildi, ancak bir çayın diğerinden daha lezzetli olma gibi bir ihtimali de yoktu, çünkü her iki çay da aynı çaydanlıktan doldurulmuştu. Örtülü benlikçilik sadece isim konusunda belirgin değildir. Doğum gününüz, yaşadığınız semt, burçlar, memleket gibi sizi siz yapan birçok şeyi bir başkasında gördüğünüzde onunla elinizde olmadan bir yakınlık kurarsınız.

Kaygıyı Azaltmak İçin 7 Kısayol

Topluluk önünde konuşma yapacağınız zaman bütün gece uyuyamayanlardan mısınız? Ya da bir toplantıda fikrini söylemeden önce karnına ağrı girenlerden mi? Uçak yolculuğunun düşüncesi bile sizi ürkütmeye yetiyor mu? En ufak tartışmada tir tir titreyip sinir krizleri mi geçiriyorsunuz? Bunların çoğuna cevabınız EVET ise karşınızda 7 adımlık aksiyon planınız. Harekete geçmeye hazır mısınız?

1. Beyninizi Suçlayın
Evet, yanlış duymadınız, beyninizi suçlayın. Çünkü beyninizi suçlamak kendinizi suçlamaktan iyidir. Anksiyete yaratan durumlar karşı koyamadığınız bir dizi kimyasal değişim demektir, bunu üreten mekanizma da beyniniz. Yani kişisel bir zaaf değil! Tüm suç beyninizde, sizde değil!

Aksiyon Planı: Endişe seviyeniz yükseldiğinde ”Benimle ilgili yanlış olan bir şey yok. Endişeli olan ben değilim, beynim” gibi cümleleri sık sık tekrarlayın.

2. Sevdiğiniz Biriyle Fiziksel Temas Kurun
Bu kocaman bir sarılma da olabilir, buz gibi olmuş ellerinizi başka bir elle birleştirmek de. Yapılan birçok çalışma insanların sevdikleriyle fiziksel temas yaşadığında stres seviyelerinin düştüğünü gösteriyor, sarılmaktan korkmayın!

Aksiyon Planı: ”Toplantıya ya da sunuma 5 dakika kala sarılacak kimi bulayım?” diyorsanız, sarılmak istediğiniz kişiye attığınız bir mesaj da benzer şekilde sizi rahatlatacaktır.

3. Diyafram Nefesi’ni Hayatınıza Sokun
Diyafram Nefesi’nin öneminin farkına varın. Bu tekniği öğreten birçok video var. Doğru nefes yöntemiyle zihninizin kısa sürede rahatladığını göreceksiniz.

Aksiyon Planı: Toplantılardan önce derin bir diyafram nefesi alın, rahatlayın.

4. Rahatlatıcı Aktiviteler Yapın
Yoga, reiki ve meditasyon bu aktivitelerin başında geliyor, ancak bunları yapamıyorsanız alternatif yollar da var. Mesela diş fırçalamak! Strese girdiğinizi hissettiğiniz anda gidip dişlerinizi fırçalayın, ortam elverişliyse bağıra çağıra şarkı söyleyin, sevdiğiniz bir şarkıyı açın, ya da örgü örün.

Aksiyon Planı: İş yerinde yanınızda diş fırçası ve macunu bulundurmaya başlayın. Dışarıdaysanız endişe seviyeniz yükseldiğinde bir arkadaşınızı arayın. Mesela asansörde varacağınız kata kadar kıvranmak yerine mesaj yazın!

5. Egzersiz Yapın
Egzersizin yaşam kaliteniz üzerindeki önemini asla küçümsemeyin. Her gün yapacağınız küçük egzersizlerle büyük farklar yaratabilirsiniz.

Aksiyon Planı: Her gün mutlaka 20 dakika yürümeye çalışın.

6. Endişelerinizi ”Heyecan” Olarak Kodlayın
Hayat kodlamalardan ibarettir ve bizim neyi nasıl kodladığımız olaylar karşısında ne hissedeceğimizi belirler. Psikologlar endişe duygusunun ardında aslında heyecanın yattığını söyler. Duygularınızı ayrıştırın. Toplum önünde yapacağınız bir konuşma ”korku” değil ”heyecan” vericidir. O yüzden kendi kendinize ”korkuyorum” demek yerine ”heyecanlıyım” diyin.

Aksiyon Planı: Heyecanlı olduğunuzu dile getirmek heyecanınızı azaltacaktır. Hem kendinize hem çevrenizdekilere bu tür durumlarda şu cümleyi kurmaktan korkmayın: ”ÇOK HEYECANLIYIM”.

7. Liste Yapın
Heyecanlı veya endişeli olmadığınız anlarda zor zamanlarınızda kullanacağınız bir liste yapın. Kendinizi endişenin kucağında bulduğunuz anda da bu listeyi çıkarıp okuyun.

Aksiyon Planı: ”Mükemmel olmak zorunda değilim. Her şey kötü giderse bir sonraki sefer daha iyi olması için çalışırım.”
”Daha önce de heyecanlandım ama başardım, bu sefer de heyecanlıyım ve başaracağım.” Listenizi kişiliğinizi göz önünde bulundurarak bu tarz cümlelerden oluşturun.

Aslında endişe ve kaygı veren durumlar bir yandan rahatsızlık verirken bir yandan hayatta kalmamız için gereklidir. Çünkü beynimizde bu anlarda ”savaş ya da kaç” zilleri çalmaya başlar, bu ikilemi bir tarafı seçerek sonlandırırız. Düşünsenize hep ”sakin kal” sinyaliyle yaşadığımız bir hayat çok tekdüze olmaz mıydı? İnsanoğlunun varlığını sürdürebilmesi için savaşmaya da ihtiyacı var. Bu savaşı da ancak beynimize pratik yaptırarak kazanabiliriz.

Beyninize Hoş Geldiniz!

Beynimizi ne kadar tanıyoruz? Ya da ne kadar tanıdığımızı zannediyoruz? ”Beynimi tanımak istiyorum ama anlamadığım bir sürü terim içinde kendimi bulmak istemiyorum” diyenlerdenseniz şimdi tanıtacağım kitap tam size göre. Yorulmadan, sıkılmadan, çok fazla derinlere de inmeden bu karmaşık yapıyı öğrenmek için, Beyninize Hoş Geldiniz!

NTV Yayınları’ndan çıkan Beyninize Hoş Geldiniz adlı kitap iki sinirbilim uzmanı tarafından kaleme alınmış (Sandra Aamodt & Sam Wang). Bir sinirbilimci için belki çok yüzeysel bilgiler içeriyor olsa da, beyin hakkında bilgi sahibi olmak isteyen ortalama biri için son derece doyurucu bir kaynak. Kitap daha ilk cümlesiyle okuyucuyu kocaman bir merak duygusuyla sarıp içine çekiyor. ”Arabanın anahtarını nereye koyduğumuzu neden unuturuz da araba kullanmayı hiç unutmayız?” 6 bölümden oluşan kitabın sayfalarında gelin birlikte bir yolculuğa çıkalım.

İlk bölüm Beyniniz ve Dünya arasındaki ilişki üzerine. Bölümde anılarımız, unutkanlıklarımız, doğru bildiğimiz yanlışlardan bahsediliyor. Beynin lobları ve işlevleri ile bilgisayarların işleyişi arasında da güzel paralellikler kurulmuş. Gündelik hayatta işinize yarayacak bazı bilgiler de veriliyor. Uzun yolculuklar ve saat farkı olan ülkelere yapılan ziyaretler sonucu maruz kaldığınız jetlag’ı yenmek ya da beyninizi kandırarak kilo vermek istemez misiniz? O zaman Beyniniz ve Dünya bölümü işinize epey yarayacak.

Duyularınızı anlayamadan beyninizi tanıyamazsınız. İşte bu yüzden kitabın ikinci bölümü duyulara ayrılmış. 5 duyuyla ilgili çeşitli ayrıntılara rastlayacağınız bölümde daha önce hiç duymadığınız bir sürü şey öğreneceğinize bahse girerim. Mesela görme engelli insanların daha iyi duyduğunuzu biliyor muydunuz? Ya da kendi kendinizi neden gıdıklayamadığınızı?

Takvimler değiştikçe biz de değişiyoruz. Yüzümüzde yeni kırışıklıklar, yer çekimine karşı koyamayan çeşitli uzuvlar, saçlarda beyazlarla bir de bakmışız ki bambaşka biri olup çıkmışız. Huyumuz suyumuz bile aynı kalmıyor. Peki ya beynimiz? Doğduğumuz andan ölene kadar aynı beyinle mi idare ediyoruz? Üçüncü bölüm bu sorunun cevabını veriyor. Küçük yaştan itibaren beynin nasıl gelişeceği, dil ve beyin arasındaki ilişki gibi merak ettiğimiz konulara odaklanmış bu bölüm. Ayrıca yaşlandıkça beyninizi nasıl koruyabileceğinize dair ipuçları da öğrenebilirsiniz.

Son yıllarda yapılan birçok araştırma insanın rasyonelden çok duygusal bir canlı olduğunu ortaya koydu. Kararlarımızı çoğu zaman beynimizin muhakemeden sorumlu alanıyla değil ilk gelişen duygu kontrol merkeziyle alıyoruz. Dördüncü bölüm bu yüzden benim en çok ilgimi çeken bölüm oldu. Duygularımız bizi nasıl etkiliyor, fobilerimiz, (eğer obsesif değilsek!) ocağı kapatmış mıydım- ütünün fişini çekmiş miydim sorunsallarımız neyden kaynaklanıyor? Mutluluğu nasıl yakalarız? gibi soruların cevabını bulmak eminim birçok kişiyi mutlu edecek 🙂

Duygulardan sonra bir de mantığı masaya yatırmaya ihtiyacımız var tabii. Beşinci bölüm de tam olarak bunu yapmış. İradenin gücü, anılar, unutkanlık gibi konular bu bölümde ele alınmış. Kitabın girişinde araba anahtarıyla ilgili sorulan sorunun cevabı da bu bölümde veriliyor. Ayrıca beyinle ilgili en sevdiğim şeylerden biri olan ”ayna nöronlar” da bu bölümde kendine yer bulmuş. Filmlerde yemek sahnelerini izlerken acıkmanızın tesadüf olmadığını bunu okuyunca göreceksiniz. Kadın ve erkeğin bilişsel ayrımını da anlatan kısımları bu bölümde okuyunca Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten vecizesi daha da anlam kazanacak!

 

Eveeet, beyninizde çıktığımız kısa yolculuğun Altıncı Bölüm’le birlikte sonuna geldik. Uyku problemleriniz ya da herhangi bir bağımlılığınız varsa bu bölüm diğerlerine göre daha çok ilginizi çekecektir. Ama bana kalırsa sahip olduğunuz bu muazzam mekanizmayı biraz olsun anlamak için bu kitabın tamamını okuyun. Hayatınızın daha bir anlamlandığını gördükçe emin olun siz de şaşıracaksınız!

Hayatın nerede başlayıp nerede sona erdiğini bilmek zor. Fakat kendi hayatımızın başlangıç noktası hep sınırları aştığımız, rahatsız olmaya başladığımız yerlere denk geliyor. Konfor alanınızın dışına çıkmaktan çekinmeyin. Ancak bu şekilde aynaya baktığınızda görmek istediğiniz kişiyle karşılaşabileceksiniz.

photo