Single post

Aslı Gibidir, mi Acaba?

Aslı Gibidir, mi Acaba?


Etrafınızda neyin sahte neyin orijinal olduğunu ayırt edemediğiniz oldu mu hiç?

Yıllarca orijinal zannedip kopya olduğunu anladığınız bir sanat eserini düşünün. Taklit olduğunu anladığınızda hayranlıkla bakmaktan vazgeçer miydiniz?

Aslı Gibidir, mi Acaba?

Şimdi hep birlikte İtalya’ya gidiyoruz… Dünyanın en büyük Açıkhava Müzesi’ne… Ülkedeki binlerce müzeden birinde yıllarca gerçek zannedilmiş sahte bir eser sergileniyor. Öyle ustaca taklit edilmiş, öyle çok turistin beğenisine maruz kalmış ki orijinali ortaya çıktığı halde sahtesi sergilenmeye devam etmiş. Aslı Gibidir, tam olarak bu meselenin peşine düşmüş bir film. Başrolde orijinalliğe pek de inanmayan İngiliz bir sanat tarihçisi James. Ve aralarında gerçekten bir ilişki olup olmadığını film boyunca anlayamadığımız güzel Fransız ‘’eşi’’ Elle.

‘’İnsanın özü algıdır’’

Hepimiz gündelik hayatlarımız sırasında birer noter gibi geziyoruz aslında. İnandığımız şeylere elimizdeki görünmez ‘’Aslı Gibidir’’ damgasını yapıştırıp yola devam ederken ‘’fake’’ görünenlere burun kıvırıyoruz. Abbas Kiyarüstemi’nin meselesi tam da bu işte. Sahteyi gerçek, gerçeği sahte gibi yaşasak ne olur? Bizi orijinal olana hayran bırakan şey sadece algımız değil midir? Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler der John Berger Görme Biçimleri’nde. Andy Warhol sıradan bir çorba kutusunu alıp müzeye koyduğunda koşa koşa o çorba kutusunu ziyarete gidişimiz bundandır.

Filmin bir yerlerinde ‘’İnsanın özü algıdır’’ repliği geçiyor. Taklidin gerçekten farksızlığını savunan bir argüman olarak. Fakat adam bunu savunurken kadın orijinallikten yana. Ne olursa olsun ‘’gerçeklik’’ten ödün vermeye niyeti yok. Film boyunca karşı çıkıyor bu argümana. Adamı bulunduğu noktadan tutup kendi gerçekliğine getirmeye çalışıyor. Bunun için seçtiği yer de İtalya’da insanların evlenmek için tercih ettiği Lucignano kasabası. Her yerde gelin ve damatlar görüyoruz. Belki adamla kadının da evlendiği yer burası. Belki değil. Kadın gerçekten yaşanıp yaşanmadığı meçhul olan yılları yeniden yeşertmeye çalışıyor. Kadın dürtüsel, heyecanlı, hassas. Belli ki kopyacılık-gerçekçilikten öte bir meselesi var. Ama işi zor. Zor, çünkü karşısında kendi bildiğinden kolay kolay şaşmayacak bir narsisist oturuyor.

‘’Ailem kendi hayatını yaşıyor, ben kendiminkini. Onlar kendi dillerini konuşuyorlar, ben kendiminkini’’

Narsisistik karakter örüntüsünün en büyük özelliklerinden biri, kişinin kendisini başkalarının yerine koyma duygusunun gelişmemiş olması ve başkalarının duygularından etkilenmemesidir. Karşısında biri esnediğinde zor esneyen insanlardır narsisist. Aslı Gibidir’de de Elle ne yaparsa yapsın James’in ona meydanlarda bulunan heykellerden farksız tepki vermesi gibi. Kadının istediği tek bir şey vardır. Ama bu adamın umurunda bile değildir. Öyle meşguldür ki kendiyle. Kadın bunu tabii ki kabullenmek zorundadır!

Israrla adamı evlendikleri yer olduğunu iddia ettiği kasabaya getirmesi… Geçmişten ve birlikte yaptıkları belki de en güzel şey olan çocuklarından bahsetmesi…

Yeni evlenmiş çiftlerin heyecanına imrenip adamın da bu heyecana ortak olmasını beklemesi…

Narsisistin duvarına çarpıp geri döner bütün bu çabalar. Sonunda, elinde kalan son kart olan cinselliği de oynayarak patetik bir yere varır kadının narsisisti yola getirme çabaları. Bir restoran tuvaletinde dudaklarına sürdüğü kırmızı rujun adamı 15 sene geriye götürecek güçte olduğunu zanneder. Ama adam yumuşamaz. Adam, Lucignano meydanındaki heykel David’liğinden asla ödün vermez.

Narsisistler genellikle dışarıdan nasıl göründükleriyle meşgul, insanı kandıran, onlara verecek sevgileri olmayan kişiler gibi görünürler. Film boyunca Elle, bizi bu ilişkinin var olduğuna inandırmaya çalıştıkça James buna izin vermez. ‘’Galiba gerçekten karı-koca bu çift’’ diye düşündüğümüz an James ne yapar ne eder bizi Elle’in histerik, kendisinin de bir yabancı olduğuna inandırır. Filmin son anlarına kadar James’in gayet akıcı Fransızca konuşabildiğini fark edemeyiz bile. Çünkü adam bir narsisist olarak tabii ki kendi anadili olan İngilizce’yi konuşmakta, Elle’den de bunu beklemektedir. Hatta kadın Fransızca cevap verdiğinde bile diyaloğu kendi dilinde devam ettirerek bunun bir hayat felsefesi olarak kabul edilmesini bekler. Hayat felsefesi diye tanımladığı şey verecek sevgisinin olmamasıdır aslında. Kendi dilini konuşmak, kendi hayatını yaşamak ve karşılığında sonsuz bir saygı görmeyi istemektir.

Basit olmanın zorluğu üzerine diyaloglar devam ederken bu, pek çok izleyiciyi ‘’nesi zor olabilir ki?’’ diye de düşündürüyor. İstediği tek şeyin David heykelinin omzuna başını yaslamak olan Elle, bir türlü derdini anlatamadığında biraz olsun anlıyoruz. James ile girdikleri cafe’de bilge arketip olarak sahneye çıkan yaşlı garson kadın da ‘’basit olabilme mahareti’’ni pek güzel anlatıyor. Yaşlı kadın, adamla kadın arasında bir sorun olduğunu anlıyor. Hikayelerini merak etmiyor bile. Sadece ‘’en azından bir kocan var, yetmez mi?’’ diye soruyor kadına. ‘’Pazar gününü uyuyarak geçirmek yerine seni cafe’ye getiren bir kocan var.’’ Elle bu kadar basit bakmayı beceremediği için belki de bir saat kırk altı dakika boyunca ikilinin diyaloglarıyla allak bullak oluyoruz. Neden çıkıp istediği şeyi yalın bir dille anlatamadı Elle? Neden anlamadı adam? Çünkü yalın olmak gerçekten zordur.